Korkunç depremin haberi geldiğinde üniversitedeki hayat durdu, öte yandan sohbet grupları ve sosyal medya patladı. Olabilecek her mecradan yardım çığlıkları geliyordu. Bir senedir İstanbul’daki Boğaziçi Üniversitesinde eğitim gören İrem Zoodsma yaşanan felaketle kendinin, diğer öğrencilerin ve hocaların nasıl baş ettiğini anlattı.
Metin: Irem Zoodsma, Çeviri: Selen Birce Yılmaz
Bunca acı söz konusuyken şanstan bahsetmek yanlış durabilir ama yine de ailemin geldiği Mersin ve Tarsus’un depremden etkilenmemesine şükrediyorum zira bu iki şehir deprem bölgesiyle komşu. Ben İstanbul’dayım ama korkunç haberi duyduğumdan beri Türkiye ve Suriye’deki herkes gibi ben de çaresizlik hisleriyle boğuşuyorum. Duyduğum, gördüğüm, algıladığım her şeyden yaşamın durduğunu ve sadece tek şeyin önemi kaldığını anlıyorum: depremin sonuçları. İlk deprem pazartesi sabaha karşı gerçekleşti, ikinci depremse ilk depremin yarım kalan işini tamamladı. Nihayetinde, elimizde savaş alanına dönmüş bir bölge kaldı.
Esnaf dükkânlarını açmaya gerek görmedi, herkes evinde televizyona yapışmış gelecek haberleri bekliyordu
Depremden beri zaman akışını kaybetti. Şimdiyse her geçen saniyenin önemini hissediyoruz. Yelkovanın her hareketi beynimizde yankılanıyor. Her dakikanın önemi var çünkü zaman geçtikçe enkaz altında sağ kalanları bulma şansı azalıyor. Kabul etmek zorunda kaldığımız gerçek işte bu. Depremden sonraki günlerde, çaresizlik hissi bende devamlı hareket etme ihtiyacı olarak tezahür etti. Evden çıkıp merdivenlerden koşarak indim, basamaklar bıraktığım yerdeydi. Yürüyen bir ölü gibi, bir amaç bir anlam peşinde sokakları arşınladım. Mahallemdeki evler ayaktaydı ama birkaç ay önce hissettiğimiz deprem daha şiddetli olsaydı durum hayli farklı olabilirdi. Anladım ki, sıradan yaşamlarımız o kadar da sıradan değilmiş.
Üniversite kampüsüne doğru, her gün gittiğim yokuş yukarı yolu yürüdüm. Normalde, pek de uzun olmayan bu yolu çıkarken karşılaştığım esnafa ve komşulara selam verip hâl hatır sorma alışkanlığım vardı. O gün kimseye rastlamadım, sokaklar hiç olmadığı kadar sessizdi. Sanırım kimse dükkânını açmak istememişti, açmaya gerek de görmemişti, tahminimce hepsi evlerinde televizyonların önüne çakılmış haberleri seyrediyorlardı.
Her yerde, enkaz altında kalanlardan gelen mesajlar paylaşılıyordu. Sosyal medyada herkesten yardım çığlıkları yükselmesine rağmen henüz hiçbir şey yapılmıyordu.
Üniversite de bomboştu, arkadaşlarımı da etrafta bulamadığım için hâlâ İstanbul’da olanları aramaya karar verdim. Deprem kış tatili sırasında olduğu için çoğu öğrenci ailelerinin yanına dönmüştü. Arkadaşlarım da çok üzgündü ve onlar da ne yapabileceklerini bilmiyorlardı. Herkes evinde, acıdan uyuşmuş hâlde bekliyordu.
Üniversite ne kadar sakinse üyesi olduğum üniversite sohbet grupları o kadar hareketliydi. Her yerde, enkaz altında kalanlardan gelen mesajlar paylaşılıyordu. Sosyal medyada herkesten yardım çığlıkları yükselmesine rağmen henüz hiçbir şey yapılmıyordu. Google Haritalardan insanların yaşam mücadelesi verdikleri adresleri görebilmek distopik bir romanda gibi hissettiriyordu. Bu zamandan iki kelimeyi hiç unutmayacağım: “Ses geldi”. Fakat ülke olarak bu çağrıların çoğuna cevap veremedik ve onlar da ebedi sessizliğe gömüldü.
Sonraki günlerde delirmiş gibi yürümeye devam ettim ve sonunda belediye binasında depremzedeler için koli yapmaya yardım ederek nispeten sakin hissettiğim iki gün geçirebildim. Orada benim gibi birçok insan vardı.
Yardım etmek için devamlı insanlar geliyordu. Hep beraber depremi sindirmeye çalışıyorduk. Acımız ortaktı. Akşam olduğunda taksiler yardıma gelenleri ücret almadan evlerine bırakıyordu. Kolileri belli bir sistemle toplamasak da, ortalık karmakarışık olsa da, buraya, yardım etme arzumuzun yanında, yalnız hissetmemek, birlik olmak için gelmiştik sanırım. Koli yapmanın sosyal bir işlevi de vardı: Depremzedelere yanlarında olduğumuzu hissettirmek istiyorduk.
Arkadaşım yıkılmış köyünden ayrılmak istemeyen halasına kızgındı. Köyde altmış kişi ölmüştü ve sağ kurtulan bir avuç insandan biri de halasıydı.
Arkadaşımın gönderdiği fotoğraflar. Halası deprem bölgesinden köpeklerini almadan ayrılmayı reddediyordu.
İlk üç gün boyunca ailesi depremden kötü şekilde etkilenen arkadaşımla temas hâlindeydim. Ona her gün mesaj atıyordum, böylece ihtiyaç duyduğu anda bana ulaşabileceğini bilirdi. Üç günün sonunda beni aradı ve bir buçuk saat boyunca konuştuk, hem konuşabilmenin sevinci içindeydik hem de üzgün ve kızgındık. Arkadaşım yıkılmış köyünden ayrılmak istemeyen halasına kızgındı. Köyde altmış kişi ölmüştü ve sağ kurtulan bir avuç insan biri de halasıydı.
“Gitmeyi reddediyor. Başta iki köpeğini bırakmak istemedi. Onlar olmadan gitmeyeceğini söyleyince köpekleri de götürmek için ayarlama yaptık. Sonra da evini bırakmak istemedi çünkü hırsızların girmesinden korkuyormuş. Hırsızlar neyi çalacaklar ki? Hiçbir şey kalmadı! Şimdi bahanesi kalmadığı için yıkıntıların arasında oturmuş çay içiyor, bana da çay içerken fotoğraflarını gönderiyor. Her şeyi denedim, dümdüz reddediyor! Bizzat yanına gelip onu götüreceğim tehdidini savurdum ama o da işe yaramadı. Yaşlılar hep böyle. Oldukları yerden ayrılmak istemiyorlar. ‘İrem, orada ölebilir.’ ‘Evet, biliyorum, çok garip.’” Bunları yazdığım sırada arkadaşımın halası artık güvenli bir yerde. Olduğu yerden ayrılmayı reddeden tek yaşlı arkadaşımın halası değil. Orası hâlâ eviydi ama bu, durumun vahametini değiştirmiyordu. Depremden sonraki yirmi dört saat boyunca kimse yardıma gitmemişti, herkes kendi başının çaresine bakmak zorunda hissediyordu.
Arkadaşım, sadece kendi ailesini düşündüğü için hissettiği suçluluktan da bahsetti. Onu herkes bir kişiyi bile düşünse herkes birileri tarafından düşünülmüş olurdu, diyerek teselli etmeye çalıştım fakat bu lafları söylerken işlerin böyle yürümediğini biliyordum. Bu insanları depremden önce, yaşayacakları güvenli evler inşa edilmesi gerekirken kim düşünmüştü? Kimse düşünmemişti. Dahası, burası Türkiye’nin ekonomik ve yönetim bakımından en göz ardı edilmiş bölgelerinden biriydi. Bunun önemli sebeplerinden birisi bölgede çoğunlukla Kürtlerin yaşaması. Yetmezmiş gibi, kimse Kuzey Suriye’yi düşünmüyordu. İç Savaş, Esad’ın müdahalesi, Birleşmiş Milletler yardımının yetersizliği nedeniyle yardım konvoyları oraya daha yeni ulaştı ve Suriye halkı korkunç şekilde kendi hâline bırakıldı.
Konuştuğum herkes suçlu hissediyor, ben de buna dahilim.
Deli gibi etrafta yürüdüğüm üç günden sonra eve gittim ve kedilerime sarılıp kanepeye yığıldım. Hıçkırarak ağlamaya başladım, gözlerimden akan yaşlar Türk, Kürt ve Suriyelilerin yaşlarına karıştı. Böyle bir felaketin farklı etkileri vardır, bunlardan biri felaketten etkilenmeyenlerin hissettiği suçluluktur. Konuştuğum herkes suçlu hissediyor, ben de buna dahilim. Müzik hocamın bana söyledikleri aklıma geldi: “Oradaki insanlar için ağlamaya başladım. Bunu bile yapmayacaksak, neyiz biz, insan mı?”
Şimdi, enkaz altındaki canlıları kurtarmak için en hayati günleri arkamızda bıraktığımız için herkes yavaş yavaş gündelik hayatına dönmeye başladı. İlk anda girdiğim şoktan ve elimi kolumu bağlayan kederden adım adım çıkıyorum. 7 Şubat sabahı başımıza sadece doğal bir felaket gelmemişti. Kırılan fay hattı inşaat sektöründe son yirmi senede gerçekleşen yozlaşmayı da gözler önüne sermişti. Apartmanlar ve evler inşa edilirken güvenlik yönetmeliklerine uyulmamıştı ve sonuçları acı verici şekilde ortadaydı. Tüm binalar yönetmeliğe uygun inşa edilseydi hiçbiri yıkılmazdı, bunun kanıtı Türkiye’nin güney bölgesindeki Erzin şehriydi. Belediye başkanın sıkı imar politikası sayesinde Erzin’de zayiat sıfırdı. Ayrıca yıkımın sorumluları da bu gerçeklerin farkındalar çünkü birer birer yurtdışına kaçmaya çalışırken yakalandılar, birkaç müteahhit (ve diğer sorumlular) çoktan tutuklandı, sayının artması bekleniyor.
Benzer bir depremin İstanbul’da yaşanabileceğini düşünmekse her şeyden önce dehşet verici. Bu şiddette bir depremde zayiatın sayısı tahmin bile edilemez. Biliyoruz ki, bu deprem bir gün yaşanacak. Başkan Erdoğan’ın partisi AKP’nin hükümete gelme sebebi 1999 yılında yaşanan depreme o dönemki hükümetin müdahalesindeki yetersizlikti.
Pazartesi günü Erdoğan yedi günlük ulusal yas ilan etti ama yas yedi günle bitmeyecek ve Türkiye-Suriye sınırında kalmayacak.
Önümüzdeki mayıs ayında gerçekleşmesi beklenen seçimlerde Erdoğan ve destekçilerinin aynı kaderi paylaşacaklarını ümit ediyorum. Böyle bir durumda siyasi kazanımdan elbette söz edemeyiz, sayısız insan sevdiklerini kaybetti. İyi yönetişimden bahsedemiyoruz, ne geçmişte ne şimdi. Her deprem bize son derece basit ama hep aynı dersi veriyor: Güvenli inşa et, yeterli hazırlan. Ne yazık ki, yönetimdekilerin, para söz konusu olduğunda, zor yoldan öğrendiğini biliyoruz. İnsanlar kendi mezarları için servet ödediler. Bu doğal bir felaket değil, bir cinayettir.
Pazartesi günü Erdoğan yedi günlük ulusal yas ilan etti ama yas yedi günle bitmeyecek ve Türkiye-Suriye sınırında kalmayacak. Olanlar, internet kullanıcılarına haberler aracılığıyla ulaştı ve tüm dünyaya yayıldı; bu sebeple yaşanan üzüntü, felaketten etkilenenlerin sayısından çok daha fazla. Depremzedeler başlarına gelenleri hak etmiyordu. Veda etmek zorunda kaldıklarımıza söyleyebileceğim tek şeyler: Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsınlar ve mekanları cennet olsun.